Eid Haddad’ın anne ve babası 1939’da İngiltere’nin Filistin’deki ezici varlığını hissettiklerinde henüz çok gençtiler.
Haddad, “Askerlerin insanlara saldırdığını gördüler. Babam bana bir erkeğin tahta bir çekiçle başına vurularak öldürüldüğünü anlatmıştı” diyor.
“Bir adam ve oğlu, tütün yapraklarını kurutmak için asarken arkadan vurulmuşlar. Tam bir kaos hakimmiş.”
Anne ve babası, İngiliz kuvvetlerinin köylülere toplu cezalandırma uyguladığı El-Bassa’da yaşıyorlardı.
Askerler Birlikler “cezalandırıcı önlem” dedikleri yöntemle, silahlı isyancıların saldırılarına, bütün köyleri hedef alarak yanıt veriyorlardı.
Haddad yalnız değildi. Eskiden İngiliz ve Fransız sömürgesi olan günümüz İsraili, işgal altındaki Filistin Toprakları, Ürdün, Lübnan ve Suriye’de çok sayıda insan benzer acılar yaşadı.
Haddad’la ilk kez geçen yıl, 1917-1948 yılları arasında Filistin’i kontrol eden İngiltere’nin işlediği iddia edilen savaş suçları nedeniyle iletişime geçmiştim. İngiltere’nin bu suçlar nedeniyle özrünü isteyen Filistinliler arasındaydı.
Bu kez Danimarka’daki evinden konuşuyordu; memleketlerini terk etmek zorunda kaldıktan sonra Lübnan’da geçen çocukluk dönemini anlattı. Ailesi orada başka kanlı mücadelelere tanık olmuştu.
Konuştuğum diğer birçok kişi gibi, anne ve babasının gençlikleri, İngiliz ve Fransız yönetimi altındayken bölgede çıkan çatışmalar ve mezhep ayaklanmalarının içinde geçti. Çocukluğu, Avrupalı güçler çekildikten sonra Orta Doğu’yu pençesine alan kanlı istikrarsızlıkla iç içeydi.
Birinci Dünya Savaşı sırasında İngiltere, dağılan Osmanlı İmparatorluğu’nun topraklarının bir bölümünü işgal etmiş ve ele geçirmişti. Bunu yaparken de, bölgedeki kendi kaderini tayin hakkı isteyen hareketlerden faydalanmışlardı.
İngiltere, bağımsızlık isteyen Araplara ve Filistin topraklarında bir Yahudi devleti kurmak isteyen Siyonistlere birbiriyle çelişen toprak vaatlerinde bulunmuştu.
İngilizler ve Fransızlar, yeni kurulmuş olan Milletler Cemiyeti’ne de hükmediyorlardı. Bu cemiyetin kendilerine verdiği yönetim “mandaları” ile bölgelerdeki hakimiyetlerini pekiştirdiler.
İngiltere’nin Filistin’deki politikaları birbirine rakip ulusal hareketleri çatışma noktasına getirdi. İngiltere, 1930’ların sonlarındaki Arap ayaklanmalarını kanlı bir şekilde bastırmaya çalıştı.
İngiliz kuvvetleri daha sonra Siyonist milislerin isyanıyla karşı karşıya kalacaktı. Ülke, bu gruba yönelik göç vaatlerinden vazgeçmiş ve daha önce Nazi işgali altındaki Avrupa’dan kaçmış olan mülteci teknelerini geri çevirmişti.
İsrailli tarihçi Tom Segev, “İngilizler bu durumu nasıl yöneteceklerini bilmiyorlardı” diyor ve bunu şöyle açıklıyor: “Filistin’e evcil hayvanları gibi davranıyorlardı; güzelce dursun ama olay çıkarmasın.”
Bu sırada Fransız mandası, stratejik bir mevzi oluşturmak amacıyla Lübnan’ı Suriye’den ayırmış ve 1920’lerin başında toprakların tamamında yeni sınırlar çizmişti. Bundan sonra çıkan Arap isyanını da acımasızca bastırmıştı.
Bölgeleri etnik köken ve dinlere göre ayırmışlardı. Tarihçi James Barr’ın deyimiyle bölgeyi bölüp, yönetmeye yönelik “çok doğrudan ve çıkarcı” bir girişimdi.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki yıllarda İngiltere ve Fransa bölgeden çekildi. Londra, İsrail devleti kurulurken ve Arap Orduları bölgeyi almaya çalışırken Filistin’den çekilmenin sınır çatışmasını tırmandıracağını ve bölgesel bir savaşa dönüştüreceğini biliyordu.
Haddad’ın ailesi, Yahudi milis güçleri tarafından yok edilen köyleri El-Bassa’dan kaçtı. 1947-1948 çatışmaları sırasından en az 750 bin Filistinli yerinden edildi. Bu olay, Filistin Felaketi ya da Nakba olarak anılıyor.
Haddad komşu Lübnan’daki bir mülteci kampında doğup, büyüdü.
Lübnan’da Fransız mandasından geriye Hristiyan ve Müslümanlar arasında kırılgan bir iklim kaldı. Filistinli sığınmacıların eklemlenmesi bu dengeyi sarsmaya başladı.
İsrail’e karşı saldırılar düzenleyen Filistin Kurtuluş Örgütü’nün yükselişiyle durum daha da gerildi.
Lübnan’da Arapları birleştirmeyi öngören Pan-Arabizm yanlısı güçlü yetkililer Suriye ve Mısır ile ittifaktan yanaydı. Bu hareketin kökenleri, mandaya karşı isyan ve öncesine dayanıyordu.
Lübnan’da daha sonra mezhepsel bir iç savaş başladı. Filistinli Hristiyan bir aileden gelen Haddad 16 yaşındaki kardeşinin Hristiyan Lübnanlı aşırı milliyetçiler tarafından öldürüldüğünü anlatıyor.
Falanjist adı verilen bu milis grubu 1975’te Beyrut’un kuzeyindeki mülteci kampına saldırmış ve Filistinlileri hedef almıştı.
Haddad, bundan bir yıl sonra da toplu bir katliama tanıklık etti, silahlı bir katilden kaçarken gardıroba saklanarak canını kurtardı.
Sağ kalanların da milisler tarafından barbarca ve korkunç bir şekilde aşağılandığını söylüyor.
Haddad çocukluğunda yaşadıklarından sonra ömrü boyunca Travma Sonrası Stres Bozukluğu’yla (TSSB) baş etmek zorunda kaldığını söylüyor.
İngiliz güçlerinin 1938’de El-Bassa’daki zulmü sırasında gözaltına alınan erkekleri kadınlardan ayrıldığını anlatıyor ve şunları söylüyor:
“Annemle babam da sanırım TSSB’den muzdaripti çünkü onlar da çocukluklarında çok şey yaşamışlardı. Bir de babamı düşünün, sorguya çekilmek üzere İngiliz birlikleri tarafından götürülmek üzereydi” diyor.
Haddad, o zamanlar genç bir çocuk olan babasının bir köylü tarafından kız kılığına sokularak kadınlardan oluşan bir aileye katıldığını söylüyor.
“Başını bir eşarpla örttüler ve ona bir elbise verdiler. Böylece onu işkenceden kurtardılar” diyor.
İngiliz hükümeti, 30’dan fazla kişinin ölümüne yol açtığına inanılan El Bassa’daki vahşeti hiçbir zaman kabul etmedi.
Haddad, memleketine asla dönememeyi şöyle anlatıyor:
“Sanki büyük bir parçam eksikmiş gibi. Kendimi tamamen yabancı olduğum bir okyanustaki bir ada gibi hissediyorum.”